Avrupa güç dengesi, uluslararası ilişkilerde tek bir gücün Avrupa kıtasının üzerinde hegemonya kurmasına izin verilmemesi gerektiği ilkesidir. Modern Çağ’ın büyük bir bölümünde bu denge, güç için mücadele eden az sayıda ve sürekli değişen ittifaklar sayesinde sağlanmış[1] ve bu durum 20. yüzyılın başlarındaki Dünya Savaşları ile tepe noktasına ulaşmıştır. 1945’e gelindiğinde Avrupa liderliğindeki küresel hakimiyet ve rekabet sona ermiş ve Avrupa güç dengesi doktrini yerini modern süper güçler olarak Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin arasında dünya çapında bir güç dengesine bırakmıştır.
Antik Yunan’da şehir devletlerinin (polis) ortaya çıkması klasik antik çağın başlangıcı sayılır. En önemli iki Yunan şehir devleti olan İyonyalı-demokratik Atina ve Dor-aristokratik Sparta, Yunanistan’ın doğudan gelen istilacı Perslere karşı başarılı bir şekilde savunulmasına öncülük etmişler fakat daha sonra Peloponez Savaşı’nda üstünlük için birbirleriyle savaşmaya başlamışlardır. Makedon Krallığı bu istikrarsızlıktan faydalanarak Yunanistan üzerinde tek bir yönetim kurmayı başarmıştır. Evrensel bir monarşi kurma arzusu ile Büyük İskender, tüm Pers İmparatorluğu’nu ilhak etmeye ve topraklarını Helenleştirmeye yöneldi. MÖ 323’te öldüğünde hükümdarlığı halefleri arasında bölündü ve birkaç Helenistik krallık kuruldu.[2]
Roma aynı dönemde İtalya’yı fethetti ve ardından Pön ve Makedon savaşlarıyla batı ve doğu Akdeniz’de güçlendi ancak daha sonra yüzyıl süren bir siyasi krizle çalkalandı. Bu arada Romalı generallerin popülaritesi ve zenginliğini de artmıştı. Özellikle Jül Sezar, Alplerin kuzeyinden Galya’ya, Ren’in doğusundan Cermanya’ya ve Manş denizini geçerek Britanya’ya askerî gücüyle yayılmasıyla büyük ün kazanmıştır. Sezar’ın ömür boyu diktatör unvanından korkan bir grup senatör, MÖ 44 yılının Mart ayında ona suikast düzenledi. Sezar’ın evlatlık oğlu Augustus, babasının katillerini yenerek MÖ 27 yılında ilk Roma İmparatoru (Princeps) oldu.[3]
Roma İmparatorluğu, Pax Romana döneminde zirveye ulaşmış, MS üçüncü yüzyıldaki kriz esnasında duraklamış ve nihayetinde Latin Batı ile Yunan Doğu şeklinde bölünmüştür. İmparatorluğun her iki parçası da tek tanrılı Hristiyanlığı tolere etmek ve nihayetinde devlet dini haline getirmek için çok tanrıcılığı terk etti. Batı, Germen ve Slav halklarının yüzyıllar süren saldırılarının ardından 476 yılında çöktü ve eski topraklarında birkaç “barbar” krallık kuruldu. Doğu, Bizans İmparatorluğu tarafından bin yıl daha yönetilmeye devam etti. Batı’daki halef barbar krallıklar arasında Franklar en büyüğüydü ve Şarlman bugünkü Fransa, Almanya, İsviçre, Almanya, Avusturya, Felemenk ve İtalya’nın çoğunu tek bir yönetim altında birleştirmeyi başardı. Daha sonra 800 yılında Noel gününde Papa III. Leo tarafından Kutsal Roma İmparatoru olarak taçlandırıldı. Bu esnada İber yarımadası ise Müslümanların kontrolü altına girdi.
Germen İmparatoru (Kutsal Roma İmparatoru) ve Roma’daki Papa, Avrupa’nın evrensel güçleri olarak bilinmeye başladılar ancak daha sonra atama tartışması ve hizipleri arasındaki çatışma sırasında iki taraf da çatışmaya girdi. Aralarındaki rekabet, kuzey İtalya’da özerk şehir devletlerin doğmasına ve Fransa’da Capet hanedanı altında bağımsız bir feodal monarşinin yükselmesine olanak sağladı. Aynı dönemde, Normanlar 1066’da İngiltere’yi ve 1130’da Sicilya’yı fethetti. Kutsal toprakların İslam’ın eline geçmesi ve Bizans İmparatorluğu’nun Türklere karşı yardım istemesi üzerine Papa, Ortodoksların Katoliklerden ayrıldığı Doğu Bölünmesini takiben Hristiyan birliğini yeniden tesis etmek amacıyla Müslümanlara karşı Haçlı Seferlerini başlattı.[4]
Haçlı Seferlerinin birçoğu hedefine ulaşamadı ancak bazıları Avrupa’nın siyasi ve ekonomik düzeni üstünde büyük etki sağladı. Birinci Haçlı Seferi (1099) Akdeniz’deki ticaret yollarını yeniden açtı ve ticari devrimi başlattı, Dördüncü Haçlı Seferi (1204) Venedik deniz imparatorluğunun kurulmasıyla sonuçlandı. Altıncı Haçlı Seferi (1228) hem Sicilya Krallığı’nın hem de Kutsal Roma İmparatorluğu’nun varisi olan II. Friderich’i geçici olarak Kudüs Kralı yaptı. Aynı zamanda İber yarımadasında Hristiyanlar Reconquista (Yeniden Fetih) gerçekleştiriyor ve Portekiz, Kastilya ve Aragon krallıkları kuruluyordu. Fransız soyluların büyük bir kısmı krallarının önderliğinde Haçlı Seferlerine katıldı, bu da güçlü bir merkezi Fransız monarşisinin oluşumunu mümkün kıldı. Orta Çağ Fransa’sının yükselişi Bouvines Muharebesi (1224) ve Avignon Papalığı (1309) ile başlamış ancak İngiltere ile Yüz Yıl Savaşı’nın (1337) başlamasıyla ve papalığın Roma’ya dönmesiyle (1378) sona ermiştir. Avrupa Kara Ölüm’den kurtulunca İtalya’da sanat ve bilim alanında bir Rönesans başladı ve kıtanın geri kalanına yayıldı.
Portekiz, 1415 yılında Septe’nin fethiyle Avrupa’nın ilk sömürge imparatorluğu kurdu. 1453’te Fransızlar ise İngilizleri topraklarından kovdu ve Osmanlı Türkleri Konstantinopolis’i fethederek Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki yükselişini başlattı. 15. yüzyılın sonunda Kastilyalı I. Isabel ve Aragonlu II. Fernando’nun evlenmesinin ardından birleşik İspanya kuruldu. Portekiz ve İspanya’nın ardından Fransa ve İngiltere de coğrafî keşiflere başlamıştır. 16. yüzyılın başlarında Fransa ve Habsburglar İtalya Savaşları’nda karşı karşıya geldiler. 1516’da, Burgonya Dükü, İspanya Kralı ve Avusturya Arşidükü olan V. Karl, Kutsal Roma İmparatoru oldu ve Fransa Kralı I. François ve Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman ile uzun bir rekabete girişti. Konkistadorlara Aztek İmparatorluğu’nu ilhak etmelerini ve İnkaları fethetmelerini emretti ve Amerika’dan gelen altın ve gümüşü Avusturya’daki Alman topraklarının Osmanlı İmparatorluğu’na (Viyana Kuşatması) ve Milano Dükalığı’ndaki İtalyan topraklarının Fransa’ya (Pavia Muharebesi) karşı savunulmasını finanse etmek için kullandı. Kendisini Katolikliğin koruyucusu olarak tanımlasa da Protestanlığın büyümesi nedeniyle bunu unvanı bıraktı ve topraklarını İspanya Kralı II. Felipe liderliğindeki İspanyol İmparatorluğu ve I. Ferdinand liderliğindeki Alman Kutsal Roma İmparatorluğu arasında paylaştırdı.
Papalık, Protestanlığın büyümesini ve Osmanlı yayılmasını durdurmak amacıyla Katolik uyanışını başlattı. İnebahtı Deniz Muharebesi (1571) ve Paris Kuşatması (1590) gibi bazı başarılara rağmen İngiliz-İspanyol Savaşı ve Uzun Türk Savaşı, Katolik hırslarını sorguladı. Nihayetinde Papalık, Otuz Yıl Savaşı (1618-1648) ile statüsünü ve etkisini kaybetti ve birçok Protestan devlet altın çağını yaşadı. Hollanda (hem Kutsal Roma İmparatorluğu’ndan hem de Habsburg İspanyası’ndan bağımsızlığını elde etti) Endonezya’da Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’ni kurdu, İsveç Kuzey Avrupa’da bir İmparatorluk kurdu, İngiltere ise Kuzey Amerika’yı sömürgeleştirmeye başladı. Otuz Yıl Savaşı’nın sonunda imzalanan Vestfalya Antlaşması ile Kutsal Roma İmparatorluğu, Prusya (İmparatorluk dışında da kendi toprakları vardı) gibi imparatorluk içindeki devletlerin Avusturya’nın Habsburg İmparatoru’ndan bağımsız olarak kendi dış politikalarını izlemelerine izin verilen daha ademi merkeziyetçi bir yapı haline geldi. Avusturya Habsburgları, Kutsal Roma İmparatorluğu dışındaki bazı devletleri de kontrol ediyordu. Vestfalya Antlaşması ve Pireneler Antlaşması sayesinde Habsburgların elindeki baskın kıta gücü statüsü Fransa’nın eline geçmiştir.[5][6]
16. ve 17. yüzyıllarda İngiliz dış politikası, Avrupa’da Fransa veya İspanya’nın yaratmaya çalışabileceğine inanılan tek bir evrensel monarşinin kurulmasını önlemeye çalışmıştır.[7] Güç dengesini korumak için İngilizler, algılanan tehdide karşı Portekiz, Osmanlı İmparatorluğu ve Hollanda da dahil olmak üzere diğer devletlerle ittifaklar kurdu. Bu Büyük İttifak, Fransa Kralı XIV. Louis ve XV. Louis’e karşı yapılan savaşlarda zirve noktasına ulaştı. Bu ittifaklar genellikle İngilizlerin ve Hollandalıların büyük orduları finanse etmek için Avrupalı müttefiklerine büyük sübvansiyonlar ödemesini içeriyordu.
18. yüzyılda bu durum, o yüzyılın başlıca güçleri olan Avusturya, Prusya, Büyük Britanya ve Fransa’nın bir ulusun ya da ittifakın hegemonyasını önlemek için birçok kez ittifak değiştirmesiyle görkemli dörtlü ittifaka yol açtı. İspanya Veraset Savaşı, Avusturya Veraset Savaşı, Yedi Yıl Savaşı, Bavyera Veraset Savaşı ve Napolyon Savaşları da dahil olmak üzere bir dizi savaş, en azından kısmen, güç dengesini koruma isteğinden kaynaklanmıştır. İngiltere’nin Prusya ile müttefik olduğu Yedi Yıl Savaşı’ndaki başarısının ardından diğer güçlerin çoğu İngiltere’yi Fransa’dan daha büyük bir tehdit olarak görmeye başladı. Başta Fransa olmak üzere birçok devlet, Britanya Amerikası’nın on üç kolonisinin bağımsızlığını sağlamak ve Britanya’nın artan gücünü kırmak için Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na girmiştir.[8]
Fransa’nın Rusya hariç Avrupa’nın büyük bölümünü doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol ettiği ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dağıldığı Napolyon Savaşları’nın sona ermesiyle Avrupa Uyumu güç dengesini korumaya çalıştı. Galip Büyük Güçler (Prusya, Avusturya, Rusya ve İngiltere) tarafından 1815 Viyana Kongresi’nde kabul edilen bölgesel sınırlar muhafaza edildi ve daha da önemlisi büyük bir saldırganlık olmadan denge kurulması kabul edildi.[9] Yine de Kongre sistemi tarihçi Roy Bridge’e göre 1823’e kadar başarısız oldu.[10] 1818’de İngilizler kendilerini doğrudan etkilemeyen kıtasal meselelere karışmamaya karar verdi. Çar I. Aleksandr’ın gelecekteki devrimleri bastırma planlarını reddettiler. Büyük Güçlerin ortak hedeflerinin yerini artan siyasi ve ekonomik rekabetler aldıkça Kongre sistemi dağıldı.[11] Artz, 1822’deki Verona Kongresi’nin “sonu işaret ettiğini” söylüyor.[12] Viyana Kongresi’nin sınırlarının ulusal hatlar boyunca revize edilmesi talepleriyle 1848’deki büyük devrimci ayaklanmalar sırasında eski sistemi yeniden kurmak için bir kongre düzenlenmedi.[13]
Donanma, denizcilik, ticari ve mali gücüyle İngiltere, 1815’ten sonra Avrupa güç dengesine bağlıydı.[14] 1830’lar ve 1850 arasında İngiltere ve Fransa, Avrupa’nın en büyük güçleriydi ancak 1850’lere gelindiğinde Orta Avrupa’da batıya doğru genişleyen Rusya’nın ve Avusturya’nın yanı sıra Alman toprakları üzerinde giderek daha fazla kontrol ve etki sahibi olan Prusya’nın artan gücünden derin endişe duymaya başlamışlardı. 1854-55 Kırım Savaşı ve 1859 İtalyan Savaşı, Avrupa’daki Büyük Güçler arasındaki ilişkileri paramparça etti.[15]
1871’de Prusya liderliğindeki Alman İmparatorluğu’nun (Avusturya hariç tutularak) kurulması ve baskın bir ulus olarak yükselişi (Prusya hem Avusturya’yı hem de Fransa’yı savaşlarda hızlıca yenmişti) Avrupa güç dengesini yeniden dizayn etti. Sonraki yirmi yıl boyunca Otto von Bismarck, antlaşmalar önererek Avrupa ulusları arasında Üçlü İttifak gibi birçok karmaşık ittifak oluşturarak güç dengesini korumayı başardı.[16][17][18]
1890’dan sonra Alman İmparatoru Kayzer II. Wilhelm, ülkesinin dünya üzerindeki etkisini ve kontrolünü artırmak için emperyalist Weltpolitik (“dünya politikası”) uygulamaya başladı.[19][20] Yeni oluşturulan ittifakların kırılgan olduğunu kanıtladı ve bu durum 1914’te Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın bir tarafta Büyük Britanya, Fransa, İtalya ve Rusya’nın (1917’e kadar) diğer tarafta yer aldığı Birinci Dünya Savaşı’nı tetikledi.[21]
Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versay Antlaşması’nın amaçlarından birisi de “Güç Dengesi” kavramının hakimiyetini ortadan kaldırmak ve yerine küresel olan Milletler Cemiyeti’ni getirmek ve çoğunlukla etnik kökene dayalı ülkeler oluşturmaktı (Çek topraklarının içinde kalan Alman bölgelerinin Almanya’ya katılmasına izin verilmemişti).
İdeolojiler, Avrupa’da 1920‘ler ve 1930’larda üç farklı kümeye ayrılmıştı: İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği liberal demokratik devletler, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği komünist devletler, Almanya ve İtalya’nın başını çektiği otoriter milliyetçiler. Demokratik devletlerin Nazi Almanyası’nın ilerleyişini engellemedeki başarısızlığı ise İkinci Dünya Savaşı’na yol açtı ve bu da Birleşik Krallık ile Sovyetler arasında geçici bir ittifaka neden oldu. Birleşik Krallık, Sovyetlerin 1939’da Polonya’yı işgalini kınamadı ancak Almanya’ya savaş ilan etti. Daha sonra, Mihvet Devletleri’nin Sovyetler Birliği’ni işgal etmesinin ardından Almanya’ya karşı Sovyetler Birliği’nin yanında yer aldı.
II. Dünya Savaşı sonrasında Müttefikler iki bloğa ayrılmış, Doğu Bloku (Sovyetler Birliği ile Orta ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkeler) ile Batı Bloku (başta ABD, Birleşik Krallık ve Fransa olmak üzere Batı demokrasileri) ve tarafsız veya bağlantısız ülkeler (İrlanda, İsveç, İsviçre, Avusturya ve Yugoslavya dahil) arasında bir güç dengesi oluşmuştur. Almanya 1989 yılına kadar Batı Bloku (eski ülkenin kuzeybatı ve güney kısımları) ile Doğu Bloku (Prusya’nın eski topraklarının çoğunu içeren kuzeydoğu kısmı) arasında bölünmüştür. Avrupa’nın demokratik ülkelerinin çoğunluğu, Kanada ve ABD ile birlikte, bugüne kadar devam eden ve Avrupa’daki diğer ülkelere de yayılan NATO askeri ittifakı altında bir araya geldi. NATO’nun ilk NATO Genel Sekreteri İngiliz Lord Ismay, örgütün başlangıçtaki amacının “Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” olarak belirtmiştir. [22]
20. yüzyılın sonlarından itibaren Sovyetler Birliği’nin halefi olan Rusya Federasyonu, potansiyel bir süper güç olarak dünya siyasetinde önemli bir büyük güç ve bölgesel bir güç haline gelmiş ve Avrupa’daki başlıca jeopolitik güç olmuştur. Bununla birlikte, Avrupa Birliği’nin en güçlü üç üyesi –Fransa, İtalya ve Almanya- Birleşik Krallık ile birlikte Batı Avrupa’nın Dört Büyükleri olarak anılmaktadır. Bu ülkeler Avrupa’nın başlıca güçleridir ve G7, G8 ve G20’de tam üye olarak temsil edilen tek AB ülkeleridir. NATO Quint, Amerika Birleşik Devletleri ve Dört Büyükler tarafından oluşturulmaktadır. G4 terimi özellikle dört ülkenin liderler düzeyindeki toplantılarını tanımlamak için kullanılmaktır. Buna ek olarak AB üçlüsü (ya da G-3) terimi İran nükleer müzakereleri sırasında Fransa, Birleşik Krallık (o zamanlar hala AB üyesiydi) ve Almanya dışişleri bakanları grubunu tanımlamak için kullanıldı. Öte yandan İspanya ve Polonya’nın da dahil olduğı içişleri bakanları grubu G6 olarak bilinmektedir. Almanya (Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip), devam eden Avrupa borç krizinde olduğu gibi genellikle AB’nin ekonomik lideri olarak görülürken Fransa ve Birleşik Krallık (her ikisi de BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri) 2011’de Libya’ya yapılan müdahale gibi savunma ve dış politika konularına liderlik etmektedir. Bu bir dereceye kadar, kıtanın Batı bölgesi için liderlik gücünün dengelenmesini temsil etmektedir. 2016’daki Brexit oylamasından ve Birleşik Krallık’ın 2020’de Avrupa Birliği’nden çıkmasından sonra bu dengenin nasıl değişeceği hala bir tartışma konudur. Bununla birlikte, Batı ve Rus gücü arasında daha geniş, stratejik bir denge var olmaya devam ediyor. İki güç arasındaki sınır Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana daha doğuya itildi ve Orta Avrupa’daki birçok eski komünist ülke o zamandan beri AB ve NATO’ya katıldı.