Yazar | John Mearsheimer |
---|---|
Tür | Uluslararası ilişkiler teorisi |
Yayım | 2001 |
Büyük Güç Siyasetinin Trajedisi, Amerikalı akademisyen John Mearsheimer’ın 2001 yılında yayınladığı uluslararası ilişkiler teorisi konulu kitabıdır.[1] Mearsheimer, “saldırgan realizm” teorisini, temel varsayımlarını, erken dönem realist teoriden evrimini ve öngörü kabiliyetini belirterek açıklamakta ve savunmaktadır. Kitaptan uyarlanan bir makale daha önce Foreign Affairs dergisinde yayınlanmıştır.[2]
Mearsheimer'ın saldırgan realizm teorisinin beş temel varsayımı şunlardır:
Bu varsayımlardan hareketle Mearsheimer, devletlerin sürekli olarak güç biriktirmeye çalışacağını ve devletler arasında işbirliğinin zor olduğunu savunmaktadır. Büyük güç siyasetinin “trajedisi”, güvenlik arayan büyük güçlerin bile arayışlarına rağmen birbirleriyle rekabet ve çatışma içine girmek zorunda kalacak olmalarıdır.[3]
Mearsheimer'a göre bir devletin uluslararası politikadaki gücü iki nedenden ötürü ordusunun gücünden kaynaklanır: kara kuvvetlerinin modern çağda baskın askerî güç olması ve büyük su kütlelerinin kara ordularının güç aktarım kabiliyetlerini sınırlaması.
Mearsheimer, dünyadaki okyanusların varlığının herhangi bir devletin dünya hegemonyasına ulaşmasını engellediğini savunmaktadır. Büyük su kütlelerinin orduların güç yansıtma kabiliyetlerini sınırladığını ve böylece doğal olarak yerküredeki güçleri böldüğünü ileri sürmektedir.
Manş Denizi’nin Britanya'ya sağladığı izolasyonun, Avrupa anakarasında bir offshore dengeleyicisi olarak hareket etmesine izin verdiği örneğini kullanır. Britanya'nın hiçbir zaman kıta Avrupası'nı kontrol etme ya da ona hükmetme hırsına sahip olmadığını savunuyor. Bunun yerine sadece güç dengesini korumayı ve hiçbir devletin kıtada bölgesel hegemonya kuracak kadar güçlenmemesini sağlamayı amaçlamıştır. İngiltere, 19. yüzyılın büyük bir bölümünde Avrupa'nın büyük bir bölümünü kolayca işgal etmesine ve hakimiyet altına almasına olanak sağlayacak bir endüstriyel kapasiteye sahipti.
Ancak Britanya kıtada hakimiyet kurmaya çalışmamayı tercih etti çünkü kısmen Avrupalı güçleri birbirine karşı oynatarak güvenlik sağlama hedeflerine daha ucuza ulaşabileceğini hesapladı. Böylece Avrupalı güçler Avrupa kıtasında meşgul olacak ve Manş Denizi üzerinden Britanya'ya meydan okuyamayacak ya da Britanya'nın Asya ve Afrika'daki ekonomik çıkarların müdahale edemeyecekti.
Dolayısıyla Amerikan dış politikasının temel amacı sadece Batı Yarımküre'de hegemon olmak ve Doğu Yarımküre'de benzer bir hegemonun yükselişini engellemektir. Buna karşılık ABD için uygun rol, Avrasyalı bir hegemonun yükselişine karşı denge sağlayan ve bunu engellemek için sadece son çare olarak savaşa giren bir offshore dengeleyicisidir.
Diğer akademisyenler suyun durdurucu gücünün fethi gerçekten zorlaştırıp zorlaştırmadığı konusu üzerine tartışmışlardır.[4]
Büyük güçler, hayatta kalmak için temel amaçlarının yanı sıra üç ana hedefe ulaşmaya çalışırlar. En yüksek amaçları bölgesel hegemonya elde etmektir. Mearsheimer, küresel hegemonyaya ulaşmanın bir devlete maksimum güvenlik sağlayacağını ancak bunun mümkün olmadığını çünkü dünyanın askerî gücün yansıtılmasını engelleyen çok fazla okyanusa sahip olduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla, askerî gücü büyük su kütlelerine yansıtmanın zorluğu, büyük güçlerin dünyaya hakim olmasını imkansız hale getirmektedir. Bölgesel hegemonlar diğer devletlerin bölgesel hegemonya elde etmesini engellemek için yoğun çaba sarf etmektedir.
Bunun yerine, bölgelerde eşit bir güç dengesi sağlamaya çalışırlar ve çoklu güçlerin varlığını garanti altına almak için hareket ederler. Böylece bu çoklu güçler, bölgesel hegemonun çıkarlarına meydan okumak yerine kendi aralarında meşgul olurlar. Mearsheimer, 1800'lerin sonlarında bölgesel hegemonya elde eden ve daha sonra bir bölgede başka bir devletin hegemonya elde edebileceğini düşünülen her yere müdahale etmeye çalışan ABD örneğini kullanmaktadır:
Büyük güçler dünya zenginliğindeki paylarını en üst düzeye çıkarmaya çalışırlar çünkü ekonomik güç askerî gücün temelidir. Büyük güçler rakip güçlerin dünyanın zenginlik üreten bölgelerine hakim olmalarını engellemeye çalışırlar. Örneğin ABD, Sovyetler Birliği'nin Batı Avrupa ve Orta Doğu'ya hakim olmasını engellemeye çalışmıştır. Sovyetler, bu bölgelerin kontrolünü ele geçirmiş olsaydı güç dengesi önemli ölçüde ABD aleyhine değişmiş olacaktı.
Mearsheimer, büyük güçlerin rakiplerine karşı nükleer üstünlük peşinde koştuğunu ileri sürmektedir. Büyük güçler, karşılıklı kesin yıkım (MAD) olarak adlandırılan düşmanlarını yok etme kapasitesine sahip birden fazla nükleer gücün bulunduğu bir dünyada var olmaktadır. Mearsheimer, devletlerin MAD dünyasında yaşamaktan memnun oldukları ve nükleer silahlara karşı savunma geliştirmekten kaçınacakları yönündeki iddialara katılmamaktadır. Bunun yerine büyük güçlerin MAD dünyasında yaşamaktan memnun olmayacaklarını ve nükleer rakiplerine üstünlük sağlamanın yollarını arayacaklarını savunmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri, Amerika kıtasında güçlü bir yayılmacı güçtü. Mearsheimer, Henry Cabot Lodge’un Amerika Birleşik Devletleri'nin “19. yüzyılda hiçbir halkın sahip olmadığı bir fetih, kolonizasyon ve toprak genişlemesi siciline” sahip olduğu yorumuna işaret etmektedir. 1840'larda Avrupalılar Amerika'daki güç dengesini koruma ve Amerika'nın daha fazla yayılmasını engelleme ihtiyacından bahsetmeye başladılar.
Ancak 1900 yılına gelindiğinde ABD bölgesel bir hegemonya elde etmişti ve 1895'te Dışişleri Bakanı Richard Olney, İngiltere'nin Lord Salisbury’sine “bugün ABD bu kıtada fiilen egemendir ve onun bu fiili, müdahale alanı içindeki konularda kanundur… sonsuz kaynakları ve izole konumu onu durumun efendisi ve diğer tüm güçlere karşı pratik olarak savunmasız kılmaktadır” demiştir.
Kitabın son sayfasından bir önceki sayfada Mearsheimer şöyle uyarıyor:
Ne Wilhelm dönemi Almanya, ne Japon İmparatorluğu, ne Nazi Almanyası ne de Sovyetler Birliği, çatışmaları sırasında ABD’nin sahip olduğu kadar gizil güce sahip değildi… Ancak Çin dev bir Hong Kong haline gelseydi, muhtemelen ABD’nin sahip olduğu gizli gücün dört katı kadar bir güce sahip olacak ve bu da Çin’in ABD’ye karşı belirleyici bir askeri avantaj elde etmesini sağlayacaktı.
Council on Foreign Relations'dan Charles Kupchan, Mearsheimer'ın “uluslararası politika çalışmalarına yönelik teorik yaklaşımını zarif bir şekilde ortaya koyduğu” bu kitabı “önemli ve etkileyici bir kitap” olarak nitelendirmiştir. Bununla birlikte, Mearsheimer'ın teorisini güçlendirmek için tarihi kullanma biçimini çok eleştirmektedir. Ayrıca Kupchan, Mearsheimer'ın kendi teorisine olan inancını ve “büyük güçler arasındaki siyaseti açıklarken eklektizme daha açık” olamamasını kınamaktadır.[5]
McGill Üniversitesi’nden John A. Hall, kitabın argümanlarını “sıkılık ve tutarlılık” ile güçlendirilmiş bulmuştur.[6]
Columbia Üniversitesi'nden Richard Betts, Francis Fukuyama'nın Tarihin Sonu ve Son İnsan (1992) ve Samuel Huntington'un Medeniyetler Çatışması (1996) kitaplarıyla birlikte bu kitabı Soğuk Savaş sonrası dönemin üç büyük eserinden biri olarak nitelendirmiştir.[7] Betts'e göre “Çin’in gücü tam olarak arttığında”, Mearsheimer'ın kitabı etki açısından diğer ikisinin önüne geçebilir.
Robert Kaplan da kitap için benzer bir beklentinin altını çizmektedir:
Eğer Çin sosyoekonomik bir krizden dolayı çökerse ya da tehdit olma potansiyelini ortadan kaldıracak başka bir şekilde gelişirse Mearsheimer’ın teorisi iç politikayı göz ardı ettiği için ciddi bir sorun yaşayacaktır. Ancak Çin büyük bir askeri güç olmaya devam eder ve Asya’daki güçler dengesini yeniden şekillendirirse Mearsheimer’ın Trajedisi bir klasik olarak yaşamaya devam edecektir.[8]
Bir değerlendirme, 19. yüzyılın sonunda İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki yakınlaşmanın ve Avrupa Birliği'nin Avrupa'nın jeopolitik manzarasını dönüştürmedeki başarısının, dengeleme ve yıkıcı rekabetin uluslararası sistemin kaçınılmaz özellikleri olduğu fikrine ciddi şüphe düşürdüğünü belirtmiştir. Mearsheimer, güç dengesi teorisinin öngörülerine meydan okuyan kalıcı barış dönemlerini analiz etmiş olsaydı belki de saldırgan realizmin yaygın mantığına daha az ikna olurdu.[9]
Mearsheimer'ın görüşlerine yönelik bir diğer eleştiri de kapitalizm, devlet dışı aktörler ve devletler içindeki bireysel kurumlar gibi ulus-aşırı üst yapıları göz ardı etmesidir. Mearsheimer iç politikanın önemsiz olduğunu ve devletlerin birbirlerine düşmanca niyetler taşımadıklarına dair garanti veremeyeceklerini öne sürmektedir. R. Harrison Wagner'e göre Mearsheimer demokrasi, ticaret ya da başka bir mekanizmanın devletlerin savaşmasını engelleyip engellemeyeceğine değinmemektedir ki bu Kantçı Barış Üçgeni’nin daha geniş perspektifiyle uyumlu bir görüştür.[10]
Mearsheimer uluslararası sistemdeki kutupluluğun savaş nedeni olduğunu savunmaktadır. Bu durum özellikle potansiyel bir hegemonun bulunduğu dengesiz çok kutuplulukta geçerlidir. Potansiyel bir hegemonun olmadığı dengeli çok kutupluluk daha az asimetrik güç dağılımına sahiptir ve bu nedenle daha az korkulmaktadır.
Korku, genellikle iki büyük devlet arasında kaba bir güç dengesinin olduğu iki kutuplulukta en azdır. Ancak savaşın pazarlık modeli, savaşın maliyetli olduğu gerekçesiyle bu iddiaya karşı çıkmaktadır.[11] Bu ve devletlerin rasyonel aktörler olduğu gerçeği, ulusları savaş maliyetine katlanmaya itmek için kutupluluktan daha olumlu başka bir neden gerektirmektedir.[12]
Eleştirmenlerin akademik makalelerinden oluşan bir derleme,[13] Mearsheimer'ın Trajedi'deki teorilerini hedef almıştır: “Eleştirilerin bazıları sert ve Mearsheimer’ın siyaset bilimi dünyasının en korkunç çocuğu olduğunu kanıtlıyor…”[14]
Richard Ned Lebow'a göre “Mearsheimer’ın Soğuk Savaş sonrası dünyaya ilişkim tüm öngörüleri yanlış çıkmıştır.”[15]