Divan edebiyatı (Klasik Türk edebiyatı, divan edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı, havas edebiyatı, saray edebiyatı, enderun edebiyatı, klasik edebiyat, eski edebiyat veya tarzıkadim olarak da bilinir), Türk kültürüne has süslü ve sanatlı bir edebiyat türüdür. Bu edebiyata genellikle "divan edebiyatı" adı uygun görülmekte olup bunun en büyük nedenlerinden birisinin şairlerin manzumelerinin (yani şiirlerinin) toplandığı kitaplara "divan" denilmesi olduğu kabul edilmektedir.[1] Öte yandan, divan edebiyatı gibi tabirlerin modern araştırmacılar tarafından geliştirildiğini ve halk-tekke-divan edebiyatları arasındaki ayrımların bazen oldukça muğlak olduğu ve bu edebiyatlar arasında ciddi etkileşimlerin de bulunduğu vurgulanmalıdır.[2]
Divan edebiyatını Osmanlı'nın Anadolu ve Balkanlar coğrafyasındaki diğer Türk edebiyatı formları olan halk ve tekke edebiyatlarından ayıran temel farkın kitlesi olduğu düşünülebilir. Zira divan edebiyatı daha çok saray ve medrese çevresindeki "okuryazar kesime" hitap etmektedir.[3]
Anadolu'daki Arap/Fars İslami edebiyatlarının etkisi altında gelişen bir edebi kültürün oluşumu Osmanlı'dan çok daha önce bir dönemde, Anadolu Selçuklu döneminde (1077-1308) başlamıştır.[4] Bu çerçevede Konya merkezli Anadolu Selçuklu sultanlarının özellikle Farsça edebi eserlerin üretimini teşvik ettiği görülmektedir.[5] Bu açıdan da Anadolu'da bu dönemdeki İslami (yazılı) edebi kültürün çoğunlukla Farsça olduğu vurgulanmalıdır.[6]
Anadolu Selçuklu Devleti'nin otoritesinin 13. yüzyılın sonlarından itibaren zayıflamasıyla birlikte Anadolu'da ortaya çıkan Türkmen beylikleri döneminin temel ayırıcı özelliği ise eserlerde kullanılan dildir. Zira bu dönemde üretilen İslami edebi eserler daha çok Eski Anadolu Türkçesi ile yapılır hale gelmiştir.[7][8] Bunun temel nedenlerinden biri dönemin Türkmen beylerinin Arapçadan ve özellikle de Farsçadan Türkçeye çeviriler yapılmasını teşvik etmiş olmasıdır.[9] Bu çerçevede bahsi geçen dönemde Fars ve Arap edebiyatlarına ait eserlerdeki temaların ve unsurların yeni gelişen Türkçe edebî eserlere aktarıldığı görülmektedir. Bu açıdan aşk, serüven ve tasavvuf konularını işleyen ve Farsça ve Arapça mesnevilerin etkisi altında olan Türkçe mesnevilerin ilk olarak bu dönemde yazılmaya başlanması şaşırtıcı değildir. Örneğin, Şeyyad Hamza'nın (ö. 1350'den sonra) Kur'an'da geçen Yûsuf Peygamber kıssasının anlatıldığı Destân-ı Yûsuf mesnevisini, Anadolu sahasında kaleme alan ilk kişi olduğu düşünülmektedir.[10] Yine dönemin en üretken şairlerinden olan Gülşehrî'nin (ö. 1317'den sonra) de Fars edebiyatındaki önemli şahsiyetlerden olan Ferîdüddin Attâr'ın Mantıku't-Tayr adlı eserini genişleterek Türkçeye çevirdiği de vurgulanmalıdır.[11]
14. ve 15. yüzyılda ise Anadolu'daki İslami ve Türkçe edebi kültürün gelişmesinde yani divan edebiyatında Osmanlı sultanlarının hamiliği egemen olmaya başlar. Bu çerçevede özellikle II. Murad'ın divan edebiyatı tarzındaki eserlerin üretimini teşvik ettiği görülmektedir.[12] Bu dönemdeki divan şairlerinin en başında Şeyhî (ö. 1429'dan sonra) anılabilir. Germiyanoğulları beyliğinde yetişen Şeyhî, sırasıyla Emir Süleyman, I. Mehmed ve II. Murad'a musahip[13] olmuştur.[14] Şeyhî de selefleriyle benzer şekilde Fars edebiyatından ilham alarak Hüsrev ü Şirin (1421-1429) adlı mesneviyi yazmıştır ve bu eseri II. Murad'a sunmuştur.[15] Fakat Şeyhî'nin aynı zamanda konu bakımından akranlarına göre "yenilikçi" bir eser ortaya koyduğu da görülmektedir. Bu eserinin adı da Harnâme'dir.[16] Bu mizahi eserin konusu ise şöyledir: Aynı zamanda bir hekim olan Şeyhi; Çelebi Mehmed'i tedavi edince, Çelebi Mehmed ona bir köy hediye eder. Köye doğru giderken Şeyhî, yolda soyulur ve dövülür. Bunun üzerine Harnâme'yi kaleme alır. Eserde kaderi yük taşımak olan bir eşeğin semiren öküzlere özenmesi üzerine başına gelenler mizahi bir dil ile hicvedilmiştir.
Divan’ı ve Çengnâme (1405) isimli mesnevisiyle tanınan Ahmed-i Dâ'i (ö. 1421’den sonra) de ilk önce I. Bayezid daha sonra Emîr Süleyman'ın hizmetine girmiş fakat daha önce Germiyan beylerine hizmet etmiş şairlerdendir.[17] Dâ'i'nin en bilinen eserlerinden Çengnâme devrinin yaşantısını, özellikle de Emir Süleyman'ın işret meclislerini anlatır.[18] Dâ'i, Emir Süleyman’ın Edirne'deki sarayında, onun işret meclislerinin baş konuğu olup bu meclisleri anlattığı Çengnâme'nin konusunu oluşturan çeng, kanuna benzeyen, dik tutularak çalınan bir sazdır. Eser, çengin 24 teli ve klasik musikinin 24 makamından hareketle 24 bölüme ayrılmıştır. Bu eserde varlıklar konuşmakta ve kendilerini anlatmaktadır. Bu mesnevide konuşan varlıklar çeng isimli çalgı aleti ve onu oluşturan ipek teller, servi ağacı, ceylan derisi ve at kılıdır.
Bu dönem ile ilgili vurgulanması gereken son isim ise Ahmedî (ö. 1412-13) olabilir. Ahmedî'nin Edirne'de Emîr Süleyman’a sunduğu ve sekiz bin beyitten oluşan İskendername mesnevisi divan edebiyatında kaleme alınan ilk İskender mesnevisidir.[19] Ahmedî'nin, yine 1403 yılında Emir Süleyman'ın isteği üzerine kaleme aldığı Cemşid ü Hurşid adlı mesnevisi onun en çok tanınan eserlerinden biridir.[20] Ahmedî, Çemşid’i Hurşid’i Türkçede "yeniden yazarken" bu eserde çok sayıda değişikliğe gittiği ve bu hikâyeyi bir nevi "yerelleştirdiği" vurgulanmalıdır.[21]
II. Murad döneminden sonra, II. Mehmed (1451-1481) ve daha da önemlisi II. Bayezid (1481-1512) dönemlerinden itibaren divan edebiyatı önemli bir atılım yapmaya başlar.[22] Bu dönemi öne çıkaran en önemli unsurlardan biri, edebiyatçıların Fars ve Arap edebiyatlarından eserler çevirmeye ek olarak, artık Osmanlı Türkçesinde yazmanın daha da yaygın olmaya başlamasıdır.[22] Keza dönem şairleri yaptıkları bu uğraşı "Rûmî" ya da "Türkî" kılmak şeklinde kavramsallaştırmışlardır.[23]
Bu çerçevede ilk kuşakta üç şairin adı öne çıkmaktadır: Ahmed Paşa, Necâtî ve Zâtî. Bu şahıslardan Ahmed Paşa (ö. 1496-97), II. Mehmed ve II. Beyazıd dönemlerinde kazaskerlik, vezirlik, sancak beyliği ve kadılık gibi yüksek görevlerde bulunmuş ve kendi çağında hem gazel hem de kaside nazım şekillerinde ortaya koyduğu eserleriyle oldukça şöhret sahibi olmuştur.[24] Divan edebiyatının bu dönemdeki bir diğer öne çıkan şairi Necâtî (ö. 1509) ise Ahmed Paşa'dan farklı olarak Fars edebiyatına daha mesafeli durmuş ve eserlerinde yerel unsurlara daha çok yer vermiştir.[25] Bu dönemde öne çıkan üç şairden bir diğeri olan Zâtî'nin (ö. 1546) ise Latifi'ye göre 3000 gazeli, Âşık Çelebi'ye göre ise 1600-1700 gazeli ve 400 kasidesi bulunduğunu belirtilmektedir.[26] Nihayetinde, Zâtî'nin döneminde itibaren ise Osmanlı Türkçesinde eser üretmenin belli bir seviyeye geldiği düşünebilir.[27]
Bu ilk kuşak şairlerden sonra sonraki dönemde divan edebiyatı daha da yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin, Bâkî (ö. 1600) bu dönemde yaşamıştır ve kendisi döneminde de oldukça ilgi görmüştür.[28] Kanunî Sultan Süleyman ile yakın ilişkiler geliştirmiş, daha sonra II. Selim ve III. Murat dönemlerinde de hem saraydan hem de toplumdan büyük bir itibar görmüştür.[29] Nihayetinde bu dönemin sonuna gelindiğinde divan edebiyatı artık kendi içinde "kanon metinleri" -yani kendi "klasik eserleri"- olan bir edebiyat haline gelmiştir.[30]
Bâkî'ye (ö. 1600) ait bir gazel. | Necati'ye (ö. 1509) ait bir gazel. | Ahmed Paşa'ya (ö. 1497) ait bir gazel. |
---|---|---|
Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş
İklim-i hüsne anın içün pâdişâ imiş Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer Hak-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese Mir'ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş[31] |
Çıkalı göklere âhum şereri döne döne,
Yandı kandîl-i sipihrün ciğeri döne döne Ayağı yir mi basar zülfüne ber-dâr olanun Zevk ü şevk ile virür cân ü seri döne döne Şâm-ı zülfünle gönül Mısrı harâb oldı diyü Sana iletdi kebûter haberi döne döne Sen durup raks idesin karşuna ben boynum eğem İne zülfün koca sen sîm-berî döne döne Ka'be olmasa kapun ay ile gün leyl ü nehâr Eylemezlerdi tavâf ol güzeri döne döne Sen olasın diyü yir yir asılup âyîneler Gelene gidene eyler nazarı döne döne Ey Necâtî yaraşur mutribi şeh meclisinün Raks urup okıya bu şi'r-i teri döne döne[32] |
Şol kara kaşın çatıp gönlüm hilâl etmek neden
Hey elâ gözlüm bizimle mekr ü al etmek neden Âyet-i hüsnünle sen vaslın harâm etdin bana Ben harâmî çeşmine kanım helâl etmek neden Hüsnü kandilin uyarmış nûr-ı Hak'dan nûr-ı aşk Zâhidâ inkâr-ı nûr-ı zü'l-celâl etmek neden Âlemin gönlün yapar o seng-dil illâ benim sırça gönlüm sındığıncs pây-mâl etmek neden Dedim âhir cân ise maksûd nâzından me'âl Dedi evvel âşıka fikr-i me'âl etmek neden Gülşen-i vaslın hevâsında uçarken murg-ı dil Âşiyân-ı hecrde bî-perr ü bâl olmak neden Leblerinde hat görüp kan ağladım güldü dedi Sâye-i ebrûm için egri hayâl etmek neden Kâmetin sordum rakîbe işidüp dilber dedi Ahmed İblis'e kıyâmetden suâl etmek neden[33] |
Bâkî'den sonra yani 17. yüzyılda ise divan edebiyatında artık daha önceki dönemden farklı tarzlarda eserlerin üretilmeye başlandığı görülmektedir.[34] Örneğin, Nâbi (ö. 1712), oğluna nasihat vermek maksadıyla yazdığı Hayriyye isimli mesnevisi ile divan edebiyatında didaktik tarzda eserlerin yazılmaya başlandığı görülmektedir.[35] Diğer taraftan Nef'i'nin (ö. 1635) hiciv tarzı eserleri de bu dönemin "renkliliğini" göstermektedir.[36] Benzer şekilde, Evliyâ Çelebi'nin (ö. 1684?) 10 ciltlik Seyahatnâmesi de yine bu dönemde yazılmıştır.[37]
18. yüzyılda ise bu yenilikçi yaklaşım devam etmiş ve bu çerçevede zaten divan edebiyatında hem dil (daha toplumsal) hem de içerik (daha dünyevi duygular) bakımından birçok yenilik yapan Nedîm (ö. 1730) de bu dönemde yaşamıştır.[38] Yine, sebk-i Hindi tarzının önemli bir temsilcisi sayılan Şeyh Galip (ö. 1799), Hüsn ü Aşk adlı eserini bu dönemde yazmış ve Şeyh Galip bu eserinde geleneksel tasavvufi kavramlara yeni bir bakış sunmuştur.[39]
19. yüzyıldan sonra divan edebiyatına olan ilgi Osmanlı dünyasında giderek zayıflamaya başlamıştır. Bunun en büyük nedenleri arasında Fransız, Alman, İngiliz gibi Avrupa edebiyatlarının ve değerlerinin Osmanlı dünyasında hızla egemen olması öne sürülebilir.[40]
Divan edebiyatındaki eserler nazım (şiir) ve nesir (düzyazı) olarak iki biçimde yazılmıştır.
Divan edebiyatındaki nazım biçiminde eserler aruz veznine bağlı belli kurallara tabiydi. Şairler eserlerini meydana getirirken aruz vezni bazlı kalıplara göre şiirlerini şekillendirirdi. Aruz vezni nazım şekillerine göre değişik kalıplarda kullanılırdı. Örneğin; rubaî nazım şekli ahreb ve ahrem adı verilen belli aruz kalıplarıyla yazılabilir. Rubai'de mısralar; a+a+b+a şeklinde kafiyelidir. Bununla beraber, bazı divan şairlerinin (örneğin, Nedîm) hece ölçüsüyle şiirlerine rastlamak da mümkündür. Fakat hece ölçüsüyle eser meydana getirmek Osmanlı dünyasında 19. yüzyıla kadar yaygın bir temayül olmamıştır.[41]
Nazım biçimindeki eserleri oluşturan iki temel unsur vardır. Bunların ilki mısra, ikincisi ise beyittir. Mısra, divan edebiyatında aruz vezniyle meydana getirilmiş ifadelerin tek satırlık temel hâli olarak tanımlanabilir. Aynı vezinle yazılmış ve art arda gelen iki mısraya ise beyit adı verilir. Beyit, nazım biçimindeki eserlerdeki en önemli birimdir, zira nazım biçimindeki eserler beyitlerden oluşmaktadır.
Divan edebiyatındaki nazım eserlerdeki beyitler bir araya gelerek nazım şekillerini oluşturur. Bunlar gazel, rubai, kaside, tuyuğ, mesnevi, murabba, kıt'a, şarkı, müstezat, terkib-i bent, terci-i bent, musammat olmak üzere on iki türe ayrılır. Bu nazım şekillerinden özellikle mesnevi şekliyle çok sayıda hikâyenin (kahramanlık, aşk, tasavvufi vb.) yazıldığının altı çizilmelidir (Örneğin, İskendernameler, Yusuf u Züleyhalar ve Ferhad ü Şirinler gibi).[42]
Aşağıdaki mısralar, Nedim'in (ö. 1730) "Kaside der Vasf-ı der İstanbul" adlı kasidesinin başından alınan bir beyittir. |
---|
|
Divan edebiyatındaki nesir metinleri, içeriklerindeki Arapça ve Farsça kelime kullanımı ve gramer yapıları gibi çok sayıda unsura göre üçe ayırmak mümkündür: Yalın, sanatlı (seci', ﺳﺠﻊ) ve orta. Öte yandan, vurgulanmalıdır ki tek bir nesir metinde hem sanatlı hem yalın hem de orta seviyede kısımların olması gayet sıradan bir durumdur. Yine aynı şekilde, nesir metinlerin belli kısımlarında nazım kısımlar da bulunabilir.
Yalın nesirde genellikle daha gündelik bir dil Osmanlı Türkçesi kullanılmıştır. Bu yüzden yalın tarzdaki nesir metinlerini okumak için genellikle ciddi bir Arapça ve Farsça bilgisine ihtiyaç yoktur. Benzer şekilde bu tarz nesir metinleri yazan şahısların Arapça ve Farsçadaki hâkimiyetleri de genellikle üst düzey seviyede değildir.
Aşıkpaşazade'nin (ö. 1484?) Tevarih-i Al-i Osman adlı tarih eserinden "yalın" nesre örnek bir parça (Not: 15. yüzyıl sonlarına aittir). |
---|
Hırmenkaya kafideri 'Osman Gazi-y-ilen ne vech-ile aşina oldılar ve ne'ylediler, anı bildürür.
'Osman Gazi kim sancagı begi olup at bindi, Köse Mihal dayim anun-ıla bile olurdı. Ekser bu gazilerün hidmetkar ları Hırmenkaya kafirleri-y-idi. Bir gün 'Osman Gazi Mihal'e eydür: "Tarakçı Yinicesi'ne segirdim idelüm dirüz, sen ne dirsin?" Mihal eydür: "Hanum! İmdi Sorkun üzerinden Sarukaya'dan, Biştaş'dan geçelüm kim Sakaryı [Sakarya] suyını geçebilevüz ve hem dahı gaziler bize ol tarafdan gelürler." didi. "Ve Mudurnı vilayetini dahı urmaga kolay dur." didi.[44] |
Sanatlı nesirde ise asıl amaç hüner ve marifet göstermek olduğundan bu tarz eserlerde Arapça ve Farsça kelime sayısı yalın metinlere göre oldukça fazladır. Bu tarz nesir metinlerini yazanlar doğal koşullarda medrese öğrenimi görmüş, Arapça, Farsça veya Osmanlı Türkçesinde yetkin kişilerdir. Hemen hemen her türde bu tarzda yazılmış nesir metinleri görmek mümkün olmakla birlikte genellikle mektuplar (münşeatlar) bu şekilde yazılmıştır.
Hoca Sadeddin Efendi'nin (ö. 1599) münşeatından "sanatlı" nesre örnek olan bir mektup (Not: 16. yüzyıl sonlarına aittir). |
---|
Sultan Murad Han, Taht-ı Saadet-bahta Cülüs İtdugünde, Şah Tahmusb'a Günderdügi Name Suretidür.
Ve illâ cenâb-ı rif'at-menâb, devlet-iyâb, izzet-kubâb, dârâ-yı baht-ı kisrâ, taht-ı sikender, fıtret-utârid, fitnet-cemşid, câh-hurşîd, külâh-ferîdûn, ferâset- Keykâvûs, kiyâset-i neyyir-i evc-i burc-i ikbâl, dürretü't-tâc-ı izz ve iclâl, meşrik- envâr, übhet metâli'i âsâr, menkıbet hâvî, mekârîm-i mefâhir-i râvî-i mehâsin, meâsir-i gürre-i cebîn-i devlet, gevher-i nigîn-i saâdet, mühr-i sipihr-i 'azâmet ve şehriyâr-i sipihr-i mühr-i fessat, tâcdârî-i haşmet-nümâ-yı izzet ve dest-gâhî-i Tahmâsî Şah, daafallâlu teâlâ meâlime kadrihi ve rifâ'atihi ve refa,'lâme izze ve şevketihi, bedâyi'i revâyi'i gazâ-nişân ve cihâd âyetinden te'yidât-i ilâhî ile muvaffak olub, müeyyed-u munîs-i dîn-i mubîn olan...[45] |
Orta tarz nesrin, nesir metinlerindeki en yaygın tarz olduğu söylenebilir. Bu tarzdaki nesir metinlerini hemen hemen her türde görmek mümkündür.
Evliya Çelebi'nin (ö. 1685) Seyahatname adlı seyahatname türündeki eserinden "orta" nesre örnek bir parça (Not: 17. yüzyılın üçüncü çeyreğine aittir). |
---|
Sene 1045 Ramazân-ı Şerîfinin leyle-i kadrinde Ayasofya-i Kebîr'de her sene üç gece ihyâ olunup niçe bin âdem cem‘ olur. Hakîr ol asırda merhûm u mağfûrun-leh üstâdımız Evliyâ Efendi'den hıfzı tekmîl edüp sekiz sâ‘atde kerrâtile hatm-i Şerîf edüp Seb‘a kırâ‘atin dahi me'hazları ve Şâtıbî kitâbıyla tekmil edüp Aşere kırâ'atine şürû‘ etmişdik.[46] |
Divan edebiyatındaki nazım ve nesir eserlerin çok sayıda türü vardır.
Öne Çıkan Bazı Divan Edebiyatı Türleri | |||
---|---|---|---|
|
|
|
|
Divan edebiyatında özellikle sanatlı ve orta tarzda nesir metinlerini ve elbette yine aynı tarzda nazım metinlerini meydana getiren çoğu şair söz sanatlarına başvururdu. Zira, şairin söz sanatlarındaki ustalığı o kişinin özellikle Osmanlı okuryazar kesimi nezdinde değerini artırırdı. Bu nedenle şairler şiirlerinde yıllar boyunca çok sayıda söz sanatı kullanmıştır.[47]
Eserlerde Mevcut Olan Bazı Söz Sanatları | ||
---|---|---|