Maria Torok (Macarca: Török Mária; 10 Kasım 1925, Budapeşte - 25 Mart 1998, New York), Macar asıllı Fransız psikanalist.
Torok, önce Freud, sonra Ferenczi ve Husserl'in eleştirel çalışmasının ardından geliştirilen ve genellikle Nicolas Abraham ile birlikte yazdığı psikanalitik teoriye kendine özgü katkılarıyla tanınır. Maria Torok, Abraham ile birlikte patolojik yas ve kuşaklararası etkiler sorununun incelenmesinde önemli ilerlemeler kaydetmiştir.
Maria Torok, 1947'de Macaristan'dan kaçarak Paris'te yaşamaya başladı. Daha sonra 1950'lerde Sorbonne'da psikolog olmak için eğitim aldı ve Nicolas Abraham ile tanışıp analiz yapmaya karar verdi. ‘Torok, bir analist ve Paris psikanaliz derneğinin bir üyesi olarak kariyerine devam etti.’[1]
Abraham'ın 1975'teki ölümünden sonra, 1998'de New York'taki ölümüne kadar Abraham'ın yeğeni Nicolas Rand ile ortak çalışmalarını sürdürdü.
Torok, 1968 tarihli "The Illness of Mourning and the Fantasy of the Exquisite Corpse" başlıklı makalesinde, Sándor Ferenczi'nin çalışmalarından Melanie Klein'ın çalışmalarına kadar ortaya konan içyansıtım ve içealım sorunlarını yeniden inceledi. Egonun haz-nesnenin içgüdüsel özellikleriyle zenginleşmesine izin veren bir süreç olarak içyansıtımı, yasak veya yasaklanmış nesneyi içeride konumlandıran fantazmatik bir mekanizma olan içealımdan ayırdı.[1] Torok, "imkansız ya da reddedilmiş yasta ... içeyansıtım sürecinin (kademeli, yavaş, zahmetli, aracılı, etkili) iktidarsızlığıyla karşı karşıya kalındığında, içealımın tek seçenek olduğunu savundu: fantazmik, aracısız, anlık, büyülü, bazen halüsinatif"[2]
Torok, erotik yas ritüellerinde duygusal bir hastalığın ana hatlarının nasıl ortaya çıktığını inceledi - bu olayı, ‘erkeklerin kadınları ve mezar arzusunu birleştirdikleri erotik yüklü "fantasmes du cadavres exquis” (“enfes kadavra fantezisi”) ile ortaya çıkan bir şey olarak tanımladı’.[3] Yas tutanların, "telafisi mümkün olmayan bir günah duygusu: libidinal taşma anına en uygunsuz zamanda, keder ve umutsuzluğa kapılma zamanında yakalanmış olmanın günahıyla" nasıl "hem kayıbı, hem de mezar arzusunu temsil eden nesnelere bağlandıklarını" vurguladı.[4]
Sonuç, hastalığa dönüşen bir yas ya da sevilen biri için tutulan,[5] kaybedilen bir aşk nesnesiyle içealım gerçekleştirme ya da gizli özdeşleşme fantezisiyle beslenen imkansız bir yastı: "kaybedilen zevk nesnesini kurtarmak ve eksik olan içeyansıtımı telafi etmek için kullanılan bir sihir biçimi". Dahil etme, kaybı ağza alınamaz olduğu zaman inkâr etmeye hizmet eder'.[6]
Torok, ‘mahzen ve içindeki hayalet’ konseptleriyle fikirlerini geliştirdi. "Hayalet olgusu, bastırılmış olanın geri dönüşünden değil, karşısında yas tutma hastalığının ve yas tutma olayının etkili olmadığı bir Öteki'nin gizemli bir şekilde dahil olmasından kaynaklanır."[1] Kuşaklararası hayalet veya "hayaletin bilinçaltındaki çalışması", nesiller boyunca aktarılan aile sırlarının etkileri anlamına gelir: "hayalet", dinamik bilinçaltında bulunan bir oluşumdur ve öznenin kendi bastırması nedeniyle değil, bilinçaltıyla ya da ebeveynsel bir nesnenin bastırılmış psişik maddesiyle doğrudan bir empati nedeniyle orada bulunur…hiçbir şekilde öznenin ürünü değildir'.[7]
Mahzen, egonun içinde yaşanmış tarif edilemez bir utancın gömüldüğü yeri temsil eder: "Kişi kederini, travmasını ve bu travmanın kışkırttığı tüm duyguları tanıyamadığı zaman, kendisini bir mahzene götürülürken bulur." Mahzen, kişinin kaybettiği sevilen nesneyle paylaşılan utanç verici bir sırrın sonucudur'.[8] "Mahzenler, yalnızca utanç verici sır sevilen nesnenin yapması olduğunda ve bu nesne aynı zamanda özne için bir ego ideali olarak işlev gördüğünde oluşur".[9]
Bu tür koruyucu baskılama, egonun bölünmesi yoluyla etkili olur ve ‘histeriklerde görülen "kurucu [yani dinamik] baskılama" ile kriptoforlara özgü "koruyucu baskılama" arasında bir ayrım yaratır.[10]
Sonuç, aile içinde hayalet benzeri sırlar üretmektir, dile getirilmeyen ancak ‘sözde’ şifreli davranışlarla, sözlü olmayan konuşmalarla ve bazen de maddi olarak ev eşyalarına dahil edilerek belirtilen.[11]
Hem tek başına, hem de Abraham'la birlikte yaptığı çalışmalar, psikanalitik düşünce ve uygulamada travma fikrine yeni bir yer açmiş ve anagramların, eşseslilerin, kafiyelerin, cinasların ve diğer kelime ve ses oyunlarının zihinin dilsel sansürünü aşarak bazı hastaların bilinçdışı arzularını ifade ettiğini öne sürerek kriptonim fikrini geliştirdi.
1978'de toplu klinik denemelerinin yayınlanmasından sonra Torok, ‘Freudyen psikanalizin psikojeneziyle ilgili yeni bir tarihsel ve kuramsal araştırma alanının ana hatlarını çizdi’[12] - bu çalışma, 2000 yılında ölümünden sonra yayınlanan Freud için Sorular ile zirveye ulaştı.
‘Eğer Freud'un teorileri sezgilerinin etrafındaki koruyucu kabuğu oluşturuyor, aynı anda onu hem gizliyor hem de açığa çıkarıyorsa, asıl çekirdek ne olacak? Çünkü görünmez ama aktif olan, tüm yapıya anlamını veren çekirdektir. Psikanalitik teorinin aktif ilkesi olan bu çekirdek, görünürdeki tüm çelişkiler açıklamalarını bulmadıkça tam olarak ortaya çıkmayacaktır'.[1] Torok'un devam eden Freud’a karşı Ferenczi savunuculuğuna uygun olarak, aslında ‘Freud'un içinde bir mahzen... metapsikolojik bir hayalet’ taşıdığını düşündü.[13]
Maria Torok, insan yüzü olan bir psikanaliz fikrine kendini adamıştı. Yönünü Freud'un çığır açan yaratıcı çalışmasından alan, onun hatalarını görmezden gelmeden veya çıkmazlarını haklı çıkarmadan, önceliği her zaman klinikti: tüm insanı çabalar ve acılarla beraber insanın kabulü.. Lacan fenomeninin medyada abartılı bir şekilde yer almasıyla uzun süre gölgede kalan Maria Torok düşüncesi, Avrupa'da yavaş yavaş rağbet görmeye başlıyor. Maria Torok’un geliştirdikleri, aralarında Judith Dupont, Pascal Hachet, Lucien Melese, Claude Nachin, Jean-Claude Rouchy, Barbro Sylwan, Saverio Tomasella ve Serge Tisseron'un da bulunduğu birçok psikanalist tarafından Fransa'da benimsendi ve sürdürüldü. İngilizceye çevrilmiş çalışmaları arasında The Wolf Man's Magic Word: A Cryptonymy ve The Shell and the Kernel: Renewals of Psychoanalysis bulunmaktadır.
‘Nicolas Abraham ve Maria Torok'un psikanaliz anlayışı, psişik saplantıların olasılığını tüm yaşam süresine yayar; bu da çocukluktaki çatışmaların ve içgüdüsel baskılamanın göreceli önemini azaltırken her yaşta ortaya çıkabilecek bireysel ve kolektif travmatik deneyimlerin önemini artırır'.[14]