Bir taraftan eski İran ruhu ve perestişkârlığı ile Araphâricîliği, kendi siyâsi ihtirâslarını tatmin amacıyla kutsî birer hakikât şeklinde sundukları masalları, uydurdukları efsane ve hurafeleri, Şiîliğin umumî çatısı altında kaynaşan tarikat ve mezhepler aracılığıyla Türk toplumlarının i’tikatlarının içine sokmayı başarmış, onları ruhî bünyelerinden yaralayarak yüzyıllar boyunca gelişme ve ilerlemelerine engel olmuş ve en nihâyetinde de onları İslâmiyet’in saf ve gerçek imân ve i’tikadından uzaklaştırmayı başarmışlardır. Diğer taraftan da mistik ve felsefî nazariyât vasıflarıyla bir takım tarikatlerin tanıttığı efkârın temsilcisi konumunda bulunan ve gün geçtikçe de göçebe Türk kâvimleri üzerindeki etkilerini arttıran Rind, Kalender ve Babalar, bilûmum “Şîa-i Bâtıniyye” mezheplerinin Türkler arasında yayılmasında başrolü oynamışlardır.[1]İslâm’ın hudutlarının gün geçtikçe genişlemesi neticesinde Mecûsîlik, Maniheizm, Ehl-i Hak, Yunanfelsefe sisteminin tâkipçileri, Keldânîler, Nabatîler, Asur dinlerinin kalıntıları ve Şamanizm hep Bâtınîliğin i’tikadî hudutları içerisine dâhil edilmiş bulunuyorlardı. Türkler arasında yüzyıllarca sönmeden süregelen bu akidelerin ilk kaynakları da Alevî-Bâtıniyye’nin yönetim merkezlerine bağlı bulunmaktaydı. Tüm Alevî-Bâtıniyye mezheplerinin temellerini oluşturan bu önemli yolun kökenin başka dinlerin şemsiyesi altında barındığı ve İslâmiyet’in bünyesine daha sonradan nüfuz ettiği anlaşılmaktadır. Karamîta, İsmâ‘îl’îyye, Seb’îyye, Gāliyye, Mukannaiyye, Nizâriyye, Haşîşiyye ve Melâhide-i Bâtıniyye gibi daha bir takım isimler de ayni “Bâtıniyye-Alevî” teşkilâtının çeşitli muhitlerde aldıkları değişik nâmlar arasındadır. Batılılar ise doğuda “Melâhide-i Bâtıniyye” olarak adlandırılan kola “Haşîşiyye” adını vermişlerdir.
Bu konuda ortaya atılmış birkaç kuram bulunmaktadır:
Arap ordularına karşı siyâseten başarı sağlayamayan ve ağır yenilgilere uğrayan İran, İslâm’ın vâhdetini bulandırmak ve çeşitli muhalif mezhepler icât ederek “aks’ül-âmeller” ortaya çıkarmak suretiyle mukabele etmekte gecikmemiştir. Bu teze göre Şîa ve Bâtıniyyeİslâm’ın ruhuna muhalif olup, sırf onu içinden baltalamak için İran’ın yapmış olduğu bir nev’i intikâm hareketidir. Bu savı daha bilimsel bir platforma taşımak isteyenler ise ırkçı bir görüşe başvurarak, Sami Ruh ile Ârî Ruh arasında meydana gelen bir iktidar mücadelesi neticesinde, Sami dehânın ürünü olan İslâmiyet’in İran’da kendine özgü yorumlanarak önce “Şîa” ve daha sonra da “Bâtıniyye” şeklini aldığını öne sürmekteydiler. Bu ırkçı kuram, kurucusu Comte de Gobineau tarafından savunulmuştur. Şiîliğin “tasavvuf” maskesi altında İslâmiyet’in içerisine yerleştirildiği kuramı ise Frederich Delitzsche tarafından iddia edilmekteydi. Bu bilim adamlarından başka, Şiîliğin ve Bâtınîliğin Arap istilâsına karşı ârî kavimlerin, bilhassa da İranlılar’ın ortaya çıkardığı ırkî, lisânî ve millî tepkiler olarak gösteren ve bu kuramın yayılmasına hizmet eden diğer batılılar arasında Ernest Renan,P. Lagarde,Reitzenstein,Edgard Blochet ve E. B. Browne isimlerini saymak mümkündür.
Yukarıda bahsedilen batıda bir hâyli taraftar toplamış olan bu akım Türkiye’de de uzun süre kabul görmüştür. “Bir ateşkedenin duvarları dibinde zelilâne beklemek, Hind ve İran gibi uyuşukluk ve hûlya yağdıran çevrelerde pek olağan karşılanan şeylerdi. Türkler, Hind ve İran’da olduğu gibi hûlyaî ve istiğrâkî hayâttan bir şey anlamıyor, meskent telkin eden âkidelere pek itibar göstermiyorlardı. İslâm âlemini kavuran bu elim buhranın kaynağı İran tarafları ve bilhassa da Deylem havalisiydi.”[3] Başlangıçta, Mehmed Fuad Köprülü’de bu görüşü destekleyenler arasında yer almaktaydı.[4]
Buna karşın “Bahâ Sâid” tamamıyla aksi görüşü savunmaya başlamıştı. O, Bektaşîlik ve Kızılbaş gibi Anadolu’daki tarikat ve mezhep hareketlerinin kesinlikle İran kaynaklı olmadığını, aksine bu akımların eski Türk i’tikatlarıyla ilişkili olduğuna inanmaktaydı. Daha sonra,Mehmed Fuad Köprülü de ayni fikri geliştirerek Paris’te verdiği konferanslarda esas tez olarak savunmaya başladı.[5]
Şiîliğin bir İran “aks’ül-âmeli” olduğu fikri uzun zamandan beri tenkit edilmiş bulunmaktadır.[6] Louis Massignon’a göre, Milâdî On İkinci asırda İran nüfusunun ve kültürünün çoğunluğunun “Ârî” olduğu şeklindeki ispatı mümkün olmayan fikirden yola çıkıldığından dolayı, bu kuram bazı husûsî halleri yanlış açıklamak hatasına düşmüştü. Aslında “İslâmRâfızîliği” gibi arzedilen “Şîa” İran’a sâf Arab ırkından gelmiş olup, Kûfe’den Kumm’a göç eden kâbileler tarafından etrafa yayılmıştır. Sâf İran ırkından olan Kürtler ve Afganlar ise daima Şiîliğe muhalif kalmışlardır.
“Eshâb-ı Şek” adı verilen avâm mezhebin siyâsi kimliği ve taşıdığı dinî akideler hakkında herhangi bir fikre sahip değildi. Mezhebin asıl amacı ve gayesi sadece yüksek makamları işgal etmekte olan dâîler tarafından bilinmekteydi. Davetler dokuz mertebeye ayrılmış olup davetçiler de bu taksimata göre hareket etmeğe mecburlardı. Bu arada, “Bâtınîler” tarafından ortaya bir de “İmâm-ı Muhtafî” mes’elesi atılmıştı. Bu kurama göre, “Dünya hiçbir zaman imâmsız kalamaz ve de kalmayacaktır. İmâmetAli’den İsmâil b. Ca'fer’e gelinceye dek hep aşikâr iken, İsmâil b. Ca'fer’den sonra ise hep gizli kalacaktır.” Bu yeni kuram aracılığıyla “Şîa-i Bâtıniyye Mezhebi” bir nev’i kendi yolunu imâm silsilesi açıkça belirgin olan Bâtıniyyeİsmâiliyye mezhebinden de ayırmış bulunmaktaydı. Aslında, bu fikirde İran kisralarının muhteşem makâmları saklıydı. Ali’nin torunu Zeynelâbidîn’in annesinin soyunun İran hükümdârlarından oluşu, ondan gelen nesil vasıtasıyla İrânîliğin merkezine işaret etmekteydi. Şîʿa-i Bâtın’îyye Teşkilâtı’nın güçlenmesi üzerine Meymûn el-Kaddâh da artık Araplar’a karşı olan nefretini gizlemeye gerek görmemekte ve el altından Ehl-i Beyti imha siyâseti izlemekteydi.[7]
Abbâsîler devrinde (M. 750 – M. 1258) çeşitli Şîa fırkaları tarafından yönetime karşı gizli bir muhalefet hareketi tertip edilmekteydi. Bu muhalefet gruplarının arasında Ön-İsmâ‘îlî topluluklarının destekçilerinin en tanınmışlarından olan “İsmâiliyye” adı verilen topluluk ta yer almaktaydı. İsmâ‘îlî düşünce sistemine göre, İmâm Ca'fer es-Sâdık (M. 702 – 765) ikinci oğlu olan İsmâil b. Ca'fer’i (M. 721 – 755) İmâmet’e veliaht olarak tayin etmişti. Bununla beraber, İsmâil b. Ca'fer es-Sâdık babasından evvel vefat etti. Bazıları onun gizlendiğini iddia ettiyseler de, Ön-İsmâ‘îlî fırkaları onun ölümünü kabul ettiler ve İsmâil b. Ca'fer’in en büyük oğlu olan Muhammed b. İsmâîl’i (M. 746 – 809) imâmları olarak tanıdılar. Muhammed b. İsmâîl el-Mektûm, mensuplarının çoğu Kûfe’de oturan “İsmâiliyye Fırkası” ile olan alâkasını tüm yaşamı boyunca sürdürdü.
İsmâil b. Ca'fer’in yedinci ve sonuncu imam olduğuna inananlar “Yediciler” veya “Yedici İsmâiliyye” olarak tanımlandılar. M. 809 yılında Muhammed b. İsmâîl’in vefatı üzerine “İsmâiliyye Fırkası” da ikiye ayrıldı. En önemli ve fa’al kolunu Karmatîler’in oluşturduğu “Yediciler,” İsmâil b. Ca'fer’in oğlu olan Muhammed b. İsmâîl’in gizlenen Mehdi olduğuna ve bir gün adâlet dağıtmak üzere tekrar ortaya çıkacağına inandılar. Muhammed b. İsmâîl’in öldüğünü kabûl eden ve daha sonraki yıllarda “Fâtımîİsmâiliyye” olarak ortaya çıkan küçük fırka ise günümüzde mevcut olan çağdaş İsmâiliyyemezheplerinin oluşumuna öncülük ettiler. Böylece, gizlendikleri yerleri ve isimleri bilinmeyen imâmların yönetimi altına giren İsmâiliyyemezhebi, kendi itikatlarını“Dâîler – Dâvetçiler” aracılığıyla ana karargâhları olan Suriye’den etrafa yaymağa başladılar. Bu hâdise, daha sonraları Müsta'liyye kolunun yayılmasında etkin bir araç hâline dönüşecek olan “Da'vet” hareketinin ruhânî başlangıcına işaret etmekteydi.
Arap ruhunu kendi içinden ağır bir şekilde yaralamağa yönelik çok önemli bir projenin uygulanmasında rol üstlenen “Ebû’l-Hattâb Mehmed bin Zeyneb” adında çok zeki bir köle, gelecekte vuku bulacak hâdiseleri önceden kestirebilmeye olanak sağlayan bir ilmîn esrarına vâkıf olduğu iddiasıyla, müphem ve esrarlı fikirler üzerinde merak uyandırmağa pek müsait bir muhitte, “Benî Esed" havalisinde ortaya çıktı. “Ebû’l-Hattâb Mehmed bin Zeyneb” elinde bulundurduğu bir kuzu derisinin üzerinde yazılı birtakım işaret ve harfler vasıtasıyla “gizemli” bir ilmin keşf ve istihracından yararlandığını anlatmakta ve bu ilmin kendisine Ca'fer es-Sâdık tarafından öğretildiğini de eklemekteydi. İşte doğuda hurûf ilminin temelleri arasında yer alan esrarlı bilgilerin başında gelen “Cifr İlmî” esasta bu kuzu derisine yazılı olan şeylerden meydana gelmekteydi. Bu karmakarışık ilimden hiç kimse bir şey anlamadığı gibi Ca'fer es-Sâdık ta hâdiseden bihâberdi. Durum berraklığa kavuşur kavuşmaz Ehl-i Beyt’in riyâsetini temsil eden Ca'fer es-Sâdık derhal “Ebû’l-Hattâb” ile hiçbir alâkası bulunmadığını ilân etti.[8]
Birinci mertebede bulunan bir adam tam zâhid ve mûttâkî rolünü alırdı. Kendini tecessüsle izleyenlere karşı onların meraklarını daha da tahrik ederek ve kendisinin de ibâdette aşırı derecede yüksek bir makâma erişmiş olduğunu ispatlamak maksadıyla hep gözleri yaşlarla dolu olarak ve şüpheyi davet edecek cevaplarla karşılık verirdi. Bireylere anlatılan hikâye her seferinde İslâm’ın sahip olduğu ruhu anlamanın ve dinîn esaslarına vâkıf olmanın hiç de zannedildiği kadar kolay olmadığı ve bu sırrın ancak hâlis Mü’minlerekeşfolunabileceği anlatılmaktaydı. Muhatap alınan kişi önce kendisine yöneltilen şüphe uyandıran suallerle şaşırtılmakta ve hayatı müddetince aklından bu tip suallerden bir tanesini bile geçirmemiş olan kişi heyecanlı bir şekilde kendisine yöneltilen bu suallerin yanıtlarını, mânâ ve sebeplerini anlama arzusunu göstermesi halinde, bunun evvelâ verilecek bir ahid ile misaktan sonra mümkün olabileceği kendisine bildirilmekteydi. Kabul edilmesi halinde derhal mezhebin kaideleri anlatılmakla beraber yeni salikten bir miktar da para talep olunmaktaydı. Dâînin muhatabındaki alâka ve duyguları zayıf görmesi halinde ise aşıladığı şüpheli fikirler arasında soru soran şahsı dehal terk etmektedir.
İkinci mertebede bulunanlara ise daha değişik bir yönden hitap edilmekteydi. Burada şahsa eski âlimlerin akidelerini kabullenmekle insanlığın büyük bir delâlet içerisine düşeceği ve ilâhî hâkikatin sırrının ancak imâmlara bahşedilmiş bir ayrıcalık olduğu söylenmektedir.
Üçüncü derecede bulunanlara Şîa’nın diğer fırkalarında olduğu gibi imâmların adedinin on iki olmayıp yedi olduğu, yedi adedinin kudsiyeti ile bütün temsiliyetin Bâtıniyye dîninin kurucusu olan yedinci imâma ait olduğu bildirilir.
Dördüncü mertebeye erişebilenlere ise kâdim dinlerin kâmilen ilga edildiği ve bu yedi imâmın birer de yardımcısı olduğu ve bunların dini yaymakla ve yüceltmekle görevlendirildikleri anlatılır. Peygamberlere “Nâtık” ve yardımcılarına da “Samed İmâm” unvanı verildiği söylenir. Her yedi “Samed” silsilesinin sonunda bir “Nâtık” gönderildiği ve böylece dinin sürekli olarak geliştirildiği söylenir. Âdem’den ve oğlu Şît’ten itibaren altı “Nâtık–Samed” silsilesinden sonra[9] (Nûh–Sâm), (İbrâhim–İsmâil), (Mûsâ–Hârûn), (Îsâ–Şem’ûn), (Muhammed–Ali), (Muhammed b. İsmâîl el-Mektûm–Meymûn el-Kaddâh ve Oğulları) ile hitam bulan “Nâtıklar ve Samedler silsilesi” ile sürmektedir. Gözle görülen eşyanın tasavvufî mânalarını kaldıran Meymûn’dur ve herkes ona itaatle yükümlüdür. Muhammed’den sonra bir peygamber daha gelecektir. Bu i’tikatları tamamıyle kabullenmiş olan bir “Bâtıniyye” artık İslâmiyet’le olan alâkasını tamamen koparmış durumdadır.[2]
Beşinci mertebede bulunanlar, Semavî nass’ların açıklamaları ile hadislerin tamamının uydurma olduğuna inanmakla yükümlüdürler. Müntesibin buradaki ruh hali milliyetine göre de değişmektedir. İranlı ise ona Arab’ın çok cahil bir çöllü olduğu fikri, yok eğer müntesip ırken bir Arap ise ona karşı da Arap milletinin mağrur damarlarını tahrik etmek suretiyle başka bir cepheden yaklaşılarak kendisinin diğer bütün kavimlerin hepsinden üstün bir efendi konumunda olduğu söylenmektedir.
Altıncı dereceliler dinî tekliflerin kâmilen ref’edilmiş olmakla birlikte, sadece milletlerin an’anelerine hürmeten bunlara değer verildiği, yoksa aklı belirli ve sınırlı gayelere ulaştırmak amacıyla anlatılan bu öğretilerin bütün önem ve değerlerinin aslında bir hiç olduğu açıklanır.